4 Eylül 2018 Salı

Uygarlık ve Batı Üzerine




 Uygarlık kavramının tarihsel süreci ve bununla birlikte kökleri, çağrıştırdığı anlamlar, ilişkiye girdiği diğer kavramlar incelenecek olursa Willims’ın Civilization adlı metninde belirttiği gibi (s:70) karşımıza ilk olarak “civilize” <uygarlaş(tır)mak> sözcüğü çıkar.  Williams kelimenin doğuşundan bahsederken Fransızcadan önce Latince yurttaş anlamına gelen civis kelimesinin daha sonrasında türeyerek terbiyeli, eğitimli gibi anlamlara geldiğinden söz eder. 16.yy’da kullanılan bu anlam daha sonra batı dünyasında uygarlık denildiğinde akla gelen kavramlardan biri olarak kalmayı başarmıştır. Metinde düzenli toplumun tanımlanması yapılırken civilias’tan –topluluk-  gelen civility –kibarlık- kavramlarının kullanıldığından ve civility kavramının 17. Ve 18. yy’lardaki kullanımının bugünkü civilization bağlamına denk düştüğü anlatılıyor.
 Batı toplumunda civilite kavramının dikkat çektiği zamanlara bakılacak olunursa bu zamanın batının büyük bir değişim sürecine tekabül ettiği söylenebilir. Katolik kilisesinin dağıldığı, şövalyeliğin çöktüğü dönemde bu kavram batı toplumu için bir anlam kazanmaya başlamıştır. Bu bilgilerin dayanağı olarak yararlanılan Elias’ın “Civilite Kavramının Tarihsel Süreci” eserinde civilite kavramının öncesindeki feodal toplum kadar önemli yeni bir toplum biçiminin oluşumunu ifade ettiği ve Ortaçağ’da kilise adına yürüttüğü sömürge politikasını artık bu kavram üzerinden yürütmeye devam ettiği fikrinin üzerinde durulmuştur.  Bu fikir bir bakıma uygarlık anlayışının kilisenin yerini aldığı görüşündedir. Batı toplumunun sömürgecilik ve yayılma siyasetini uygarlık ve uygarlaştırma, medenileştirme kılıfında nasıl sürdürdüğüne geçmeden önce kavramın geldiği anlamlara ve birlikte kullanıldığı diğer kavramlara biraz daha yakından bakmak gerekir zira batının öz bilinci olarak uygarlık fikrini ve sömürgelerin neden “uygarlaştırılması” gerektiği sorusu üzerinde dururken bu kavramları bilmek ve bunları düşünerek incelemek faydalı olacaktır.
 Elias metnin 134. Sayfasında civilite kavramının özgün karakterini ve işlevini kazanmasından bahsederken toplum tarafından kabul edilen anlamını Rotterdamlı Erasmus’sa borçlu olduğunu söyler. Erasmus’un 1530 yılında yayımlanan “Çocukta Geleneklerin Nazikleşmesi Üzerine” adlı yazısı Elias’a göre -çok dikkat çekmesi göz önünde bulundurulursa- konuşulması gereken bir konuyu ele almıştır ve kazandırdığı yeni anlamı civilisation sözcüğüyle o günkü toplumun ihtiyaçlarına cevap veren bir kavram yaratmıştır.Bu değişen ve  yenilenen kavramlar  toplumda da bir şeylerin değiştiğine işaretti. Elias, Erasmus’un metnini incelerken tam olarak bu noktanın üzerinde durur, yenilenen kavramlar bu metinlerle birlikte toplumu, bireyleri değiştirmeye yöneliktir.(s:136) Bu nedenle ki Erasmus’un bahsettiği bütün davranış biçimleri insanın içten gelse bile hoş olmayan davranışlarını sınırlandırması, yön vermesi, iradesine sahip çıkması üzerinedir. Bu metinde bakışlardan jestlere, doğal ihtiyaçlardan giysilere kadar birçok şeyin nasıl olması/oldurulması gerektiği üzerinde durularak “nazikleştirilme” aşamalarında yol gösterilir.
“İyi yetiştirilmiş bir insan, doğanın utanma duygusuyla yarattığı organlarını gereksiz yere açmaktan kaçınmalıdır.” (s:140 Elias, Uygarlık Süreci) cümlesi Erasmus’tan alıntılarak aslında bir noktada uygarın neden uygar barbarın neden barbar olduğu konusuna değinilmiştir. Avrupa’nın sömürgeleştirdiği halklara özellikle yerlilere bakarsak çıplaklığa son derece yakın bir giyinme şekilleri olduğunu görürüz ve hatta bu duruma Barbara Ehrenreich’in  “Davullara Karşı Silahlar” adlı eserinde en az 10 milyon Afrikalının zorla Amerika’ya nakledildiğine ve bu “yeni” dünyaya geldiklerinde hemen hemen çıplak olduklarına değindiği görülebilir.(s:209) Metinler birbirleriyle bağlantı kurarak okunduğunda ve uygarlık kavramının tarihsel süreciyle birlikte düşünüldüğünde Batı toplumunun kendini nasıl bir uygarlık aşamasında gördüğü ve uygarlığın bu toplumda ne anlama geldiği daha rahat anlaşılabiliyor. . Öyleyse uygarlık kavramının çağrıştırdığı anlamlar incelenirken aynı zamanda Batı’da tarihsel olarak değişen davranış biçimlerine ulaşılabileceği sonucuna da varılabilir. Yani bahsedilen, bir “uygarlık süreci”yle birlikte biçimlenen davranışlardır. Bu süreç içinde bizden geride olan kişi ya da toplumlara karşı duyduğumuz huzursuzluğu “uygarlaşmamış” ya da bizim utanma sınırımıza erişememiş kişiler, toplumlar olarak nitelendiriyoruz.  “Farklı toplum biçimlerini ifade eden kavramların gelişimini incelemek ve –uygarlık- kavramından geriye doğru gidilerek –civilite-kavramına ulaşmak suretiyle, birdenbire uygarlık sürecinin izlerine, Batı’da yaşanan gerçek davranış biçimlerine ulaşılabilir.” (s:141 Elias, Uygarlık Süreci)  Bahsedilen, bir doğruluk ya da yanlışlık gibi değil, gelişim sürecinde nerede yer alındığıdır, Batı toplumunun nasıl olup da kendini bu sürecin en ilersinde görüp “ötekilere” bir üstünlük duygusuyla bakabildiğidir.
 Sorun olarak ele alınacak şeyin ise Batı toplumunun bir utanma standartından  diğerine nasıl geçtiği ve kendi “uygarlık” anlayışını nasıl oluşturduğu yani “Batı’nın öz bilinci olarak uygarlık” sorunudur bu metinlere göre.  Sorunun çözümü ise geçmişe gidilerek, geçmişteki davranış biçimleri incelenerek ve metinlerin yazıldığı dönemdeki davranışlarla kıyaslanarak bulunmaya çalışılmıştır.
 Ortaçağ’da davranış biçimlerini inceleyen Elias o dönemde de yani Erasmus’tan çok daha önce,  Yunan-Roma antik döneminde, uygarlık sorunuyla  ilgilenen kişiler olduğundan söz eder. Görgü kurallarıyla ilgili din adamlarının yazdığı kitaplar,şövalye ve saraylar çevresinde yazılan kitaplar örnek olarak gösterilir. Bütün bu tarihsel “uygarlık sorunu” incelendiğinde insanların ihtiyaçlarına göre değişen, gelişen görgü kurallarıyla karşılaşılır. Yani Ortaçağ sanıldığı gibi uygarlık sürecinin başlangıcı olacak sabit bir nokta değil dönemin şartlarına göre standartlara  sahip yine dinamik bir süreçtir. Her dönemin kendisine göre tipik davranış biçimleri olduğundan ve öz bilincin bu tipik iyi davranış standardını ifade eden kavramla anlatıldığından söz edilir. Bu tipik iyi davranış biçimleri genelde saray çevresinden ya da şövalyelerden gelmektedir. Yine standartlar her dönemin özelliklerine göre değişip gelişmektedir. Öyleyse Batı toplumu kendini  bu gelişmelere ve yeniliklere, toplum standartlarına uyum sağlayabilmiş olan “uygar toplum”; tam tersi “tipik” olana uyum sağlayamamış ve hatta bu gelişmelerden bihaber olan halkları ise uygarlaştırılması gereken  “barbar” olanlar olarak görür.
 Asıl önemli olan nokta ise “uygar” Batı toplumunun üzerine bir görev olarak aldığı “barbar” toplumları nasıl uygarlaştıracağı noktasıdır. Yahut barbar olanlar uygarlaştırılmalı mı yoksa doğanın döngüsünde yok olmaya mı terk edilmelidir? Batı toplumunun uygarlık sürecindeki bu sorun karşısında tutumuna Barbara Ehrenreich “Davullara Karşı Silahlar” adlı metninde geniş ölçüde yer vermiştir. Avrupalıların 16. Yydan 19. Yy’a kadar diğer halkları sömürgeleştirerek, yok ederek, köleleştirerek yayılmacı bir politika izlerken diğer kültürlere, özellikle kendinden daha az gelişmiş olarak gördüğü kültürlere, hoşgörüsünün ne kadar az olduğunun anlaşılabilir, der metin kısaca. Bunun detaylarına girecek olursak Avrupa’nın sömürgecileri ve misyonerleri aracılığıyla “dünyaya ihraç etmeye çalıştığı hıristiyanlık” ve püriten ahlak anlayışı ile karşılaşırız. Buradaki sorun bir kültürün yok edilmesinden çok bir halkın yok edilmesi sorunudur aslında. Ehrenreich “Yerli geleneklerini sürdürebilecek bir halk artık mevcut değilken,  yüzyıllar önce Avrupalıların silahlarına ve hastalıklarına yenik düşmüşken, Tazmanyalıların ya da Karayiplilerin geleneklerinin ortadan kalkmasına hayıflanmak miyopluk olur.”  diyerek bu konunun üzerinde durur. (s:198)  Yani “uygarlaştırmaya” çalıştıkları halklar yok olduğu için misyonerlerin “uygarlaştırma” çabaları da çoğunlukla yarım kalıyordu, der. Kendilerinden altta gördükleri bu insanları ve onların kültürlerini önemsemeyen, başıboş, çocuksu gören Avrupalılar içlerinden gelen isteklere utanma duygusuyla engel olmayı uygarlık saydıkları için yerlilerin utanmadan uzak ve içlerinden geldiği haliyle dışa vurdukları danslarını, şenliklerini, ritüellerini de hoşgörüyle karşılamamış, yok edilmesi gereken barbar gelenekleri olarak görmüşlerdir. Metinde genel olarak yerlilerin danslarına, şenliklerine karşın Avrupalının silahları üzerinde durulsa da altında yatan anlam görünenden çok daha derindir. Bir kültürün sırf kendisini daha üstün gördüğü için diğerine efendilik etmeye ve hatta o “alt kültürü” yok etmeye kendinde hak görmesi anlatılır. “Avrupalılar genellikle yaşamlarına zorla burunlarını soktukları halkların ortak hazlarının ve ritüellerinin gözü dönmüşçesine karşısında yer alıyordu”. (s:200)
  Metinde bahsedilenlerden hareketle, Avrupalılar kendilerine benzetmeye çalıştıkları sömürgelerinin kendilerine benzemelerini bir o kadar da istemiyorlardı. Çünkü İncil’de yer alan özgürlük fikrinin kölelere işlemesi Avrupalıyı rahatsız ederdi hem bu sebepten hem de sömürgelerin kendi dinlerinden tam olarak kopmak istememeleri sebebiyle yeni melez ya da uzlaşmacı dinler ortaya çıktı. Bu dinler Afrika’ya özgü bazı geleneklerini ve ibadetlerini canlı tutmaya devam etmelerini sağladı. Beyazların çılgınca hatta “şeytana tapmak” olarak gördüğü bu ibadetlerin bir de korkulan tarafı vardı; karnavalların ayaklanmalar için bir mevzi oluşturulması. Yerlilerin kültürlerine ait geride kalan son kırıntılardan olan karnavallar da böylece dikkat çekip yok edilme ya da sekülerleşme oklarını üzerine çekmiş oldu. “Siyahların karnavalın birdenbire yasaklanmasına vereceği tepkiden korkan İngilizler, ona aşamalı biçimde saldırarak yasakları maddeler halinde yazdılar.” (s:215)
 Metnin devamında sömürgelere Avrupa ve Avrupa dışında gösterilen tutum farkından bahsedilir. Bu noktada önemli olan, Avrupa içindeki baskı ancak belli bir noktaya kadar ulaşırken uzaktaki sömürge teba üzerindeki baskının bir sınırı olmaması meselesidir. “Avrupa’da reform sonrası kültürel reformun amacı şenlikçileri değil şenlikleri yok etmekti.”  (s:205) Yani Avrupa’daki alt sınırın kaderi ölmek değil disipline edilmekti. Avrupa’da alt sınıf işçi muamelesi gören sömürge bağlamı Avrupa dışında uygarlığın ilerleyebilmesi için “ortadan kaybolması  gerekenler”di.  Bu noktada ise sömürge fatihlerinin ve misyonerlerin uyum içindeki çalışmalarından bahsedilir.
  Böylece bütün bu metinler toplamında Avrupa’nın kendi öz bilinci olarak uygarlık fikrini nasıl inşa ettiği, sömürgecinin yerli karşısındaki “uygarlık” anlayışı ve genel olarak uygarlık süreci işlenmiştir. “Batı toplumu, sonradan uygarlık adına girişeceği sömürgeleştirme ve yayılma savaşlarını Ortaçağ’da kilise adına gerçekleştirir.” (Elias,Uygarlık Süreci, s:133) cümlesi Batı’nın uygarlık tutumunu neredeyse özetler niteliktedir.

Kaynakça:
Cuche, Denys “Sosyal Bilimlerde Kültür Kavramı”, Bağlam Y., 2004
Özbek, Meral “Uygarlık,Kültür ve Romantik Hareket”, İletişim, GÜİLEF Y., no.7, 2000
Elias,Norbert,”Uygarlık Süreci”, İstanbul;İletişim Yayınları,2000
Burke, Peter, “Ötekiler İçin Kalıpyargılar”, Tarihin Görgü Tanıkları, İstanbul;Kitap Yayınevi,2003
Ehrenreich, Barbara, “Davullara Karşı Silahlar:Emperyalizm Esriklikle Savaşıyor”, İstanbul, Versus Kitap, 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder