Uygarlık kavramının
tarihsel süreci ve bununla birlikte kökleri, çağrıştırdığı anlamlar, ilişkiye
girdiği diğer kavramlar incelenecek olursa Willims’ın Civilization adlı
metninde belirttiği gibi (s:70) karşımıza ilk olarak “civilize” <uygarlaş(tır)mak>
sözcüğü çıkar. Williams kelimenin
doğuşundan bahsederken Fransızcadan önce Latince yurttaş anlamına gelen civis
kelimesinin daha sonrasında türeyerek terbiyeli, eğitimli gibi anlamlara
geldiğinden söz eder. 16.yy’da kullanılan bu anlam daha sonra batı dünyasında
uygarlık denildiğinde akla gelen kavramlardan biri olarak kalmayı başarmıştır. Metinde
düzenli toplumun tanımlanması yapılırken civilias’tan –topluluk- gelen civility –kibarlık- kavramlarının
kullanıldığından ve civility kavramının 17. Ve 18. yy’lardaki kullanımının
bugünkü civilization bağlamına denk düştüğü anlatılıyor.
Batı toplumunda
civilite kavramının dikkat çektiği zamanlara bakılacak olunursa bu zamanın
batının büyük bir değişim sürecine tekabül ettiği söylenebilir. Katolik
kilisesinin dağıldığı, şövalyeliğin çöktüğü dönemde bu kavram batı toplumu için
bir anlam kazanmaya başlamıştır. Bu bilgilerin dayanağı olarak yararlanılan
Elias’ın “Civilite Kavramının Tarihsel Süreci” eserinde civilite kavramının
öncesindeki feodal toplum kadar önemli yeni bir toplum biçiminin oluşumunu
ifade ettiği ve Ortaçağ’da kilise adına yürüttüğü sömürge politikasını artık bu
kavram üzerinden yürütmeye devam ettiği fikrinin üzerinde durulmuştur. Bu fikir bir bakıma uygarlık anlayışının
kilisenin yerini aldığı görüşündedir. Batı toplumunun sömürgecilik ve yayılma
siyasetini uygarlık ve uygarlaştırma, medenileştirme kılıfında nasıl sürdürdüğüne
geçmeden önce kavramın geldiği anlamlara ve birlikte kullanıldığı diğer
kavramlara biraz daha yakından bakmak gerekir zira batının öz bilinci olarak
uygarlık fikrini ve sömürgelerin neden “uygarlaştırılması” gerektiği sorusu
üzerinde dururken bu kavramları bilmek ve bunları düşünerek incelemek faydalı
olacaktır.
Elias metnin 134.
Sayfasında civilite kavramının özgün karakterini ve işlevini kazanmasından
bahsederken toplum tarafından kabul edilen anlamını Rotterdamlı Erasmus’sa
borçlu olduğunu söyler. Erasmus’un 1530 yılında yayımlanan “Çocukta
Geleneklerin Nazikleşmesi Üzerine” adlı yazısı Elias’a göre -çok dikkat çekmesi
göz önünde bulundurulursa- konuşulması gereken bir konuyu ele almıştır ve
kazandırdığı yeni anlamı civilisation sözcüğüyle o günkü toplumun ihtiyaçlarına
cevap veren bir kavram yaratmıştır.Bu değişen ve yenilenen kavramlar toplumda da bir şeylerin değiştiğine
işaretti. Elias, Erasmus’un metnini incelerken tam olarak bu noktanın üzerinde
durur, yenilenen kavramlar bu metinlerle birlikte toplumu, bireyleri değiştirmeye
yöneliktir.(s:136) Bu nedenle ki Erasmus’un bahsettiği bütün davranış biçimleri
insanın içten gelse bile hoş olmayan davranışlarını sınırlandırması, yön
vermesi, iradesine sahip çıkması üzerinedir. Bu metinde bakışlardan jestlere,
doğal ihtiyaçlardan giysilere kadar birçok şeyin nasıl olması/oldurulması
gerektiği üzerinde durularak “nazikleştirilme” aşamalarında yol gösterilir.
“İyi yetiştirilmiş bir insan, doğanın utanma duygusuyla
yarattığı organlarını gereksiz yere açmaktan kaçınmalıdır.” (s:140 Elias, Uygarlık
Süreci) cümlesi Erasmus’tan alıntılarak aslında bir noktada uygarın neden uygar
barbarın neden barbar olduğu konusuna değinilmiştir. Avrupa’nın
sömürgeleştirdiği halklara özellikle yerlilere bakarsak çıplaklığa son derece
yakın bir giyinme şekilleri olduğunu görürüz ve hatta bu duruma Barbara
Ehrenreich’in “Davullara Karşı Silahlar”
adlı eserinde en az 10 milyon Afrikalının zorla Amerika’ya nakledildiğine ve bu
“yeni” dünyaya geldiklerinde hemen hemen çıplak olduklarına değindiği
görülebilir.(s:209) Metinler birbirleriyle bağlantı kurarak okunduğunda ve uygarlık
kavramının tarihsel süreciyle birlikte düşünüldüğünde Batı toplumunun kendini
nasıl bir uygarlık aşamasında gördüğü ve uygarlığın bu toplumda ne anlama
geldiği daha rahat anlaşılabiliyor. . Öyleyse uygarlık kavramının çağrıştırdığı
anlamlar incelenirken aynı zamanda Batı’da tarihsel olarak değişen davranış
biçimlerine ulaşılabileceği sonucuna da varılabilir. Yani bahsedilen, bir
“uygarlık süreci”yle birlikte biçimlenen davranışlardır. Bu süreç içinde bizden
geride olan kişi ya da toplumlara karşı duyduğumuz huzursuzluğu “uygarlaşmamış”
ya da bizim utanma sınırımıza erişememiş kişiler, toplumlar olarak
nitelendiriyoruz. “Farklı toplum
biçimlerini ifade eden kavramların gelişimini incelemek ve –uygarlık-
kavramından geriye doğru gidilerek –civilite-kavramına ulaşmak suretiyle,
birdenbire uygarlık sürecinin izlerine, Batı’da yaşanan gerçek davranış
biçimlerine ulaşılabilir.” (s:141 Elias, Uygarlık Süreci) Bahsedilen, bir doğruluk ya da yanlışlık gibi
değil, gelişim sürecinde nerede yer alındığıdır, Batı toplumunun nasıl olup da
kendini bu sürecin en ilersinde görüp “ötekilere” bir üstünlük duygusuyla
bakabildiğidir.
Sorun olarak ele
alınacak şeyin ise Batı toplumunun bir utanma standartından diğerine nasıl geçtiği ve kendi “uygarlık”
anlayışını nasıl oluşturduğu yani “Batı’nın öz bilinci olarak uygarlık”
sorunudur bu metinlere göre. Sorunun
çözümü ise geçmişe gidilerek, geçmişteki davranış biçimleri incelenerek ve
metinlerin yazıldığı dönemdeki davranışlarla kıyaslanarak bulunmaya
çalışılmıştır.
Ortaçağ’da davranış
biçimlerini inceleyen Elias o dönemde de yani Erasmus’tan çok daha önce, Yunan-Roma antik döneminde, uygarlık
sorunuyla ilgilenen kişiler olduğundan
söz eder. Görgü kurallarıyla ilgili din adamlarının yazdığı kitaplar,şövalye ve
saraylar çevresinde yazılan kitaplar örnek olarak gösterilir. Bütün bu tarihsel
“uygarlık sorunu” incelendiğinde insanların ihtiyaçlarına göre değişen, gelişen
görgü kurallarıyla karşılaşılır. Yani Ortaçağ sanıldığı gibi uygarlık sürecinin
başlangıcı olacak sabit bir nokta değil dönemin şartlarına göre
standartlara sahip yine dinamik bir
süreçtir. Her dönemin kendisine göre tipik davranış biçimleri olduğundan ve öz
bilincin bu tipik iyi davranış standardını ifade eden kavramla anlatıldığından
söz edilir. Bu tipik iyi davranış biçimleri genelde saray çevresinden ya da
şövalyelerden gelmektedir. Yine standartlar her dönemin özelliklerine göre
değişip gelişmektedir. Öyleyse Batı toplumu kendini bu gelişmelere ve yeniliklere, toplum
standartlarına uyum sağlayabilmiş olan “uygar toplum”; tam tersi “tipik” olana
uyum sağlayamamış ve hatta bu gelişmelerden bihaber olan halkları ise
uygarlaştırılması gereken “barbar”
olanlar olarak görür.
Asıl önemli olan
nokta ise “uygar” Batı toplumunun üzerine bir görev olarak aldığı “barbar”
toplumları nasıl uygarlaştıracağı noktasıdır. Yahut barbar olanlar
uygarlaştırılmalı mı yoksa doğanın döngüsünde yok olmaya mı terk edilmelidir?
Batı toplumunun uygarlık sürecindeki bu sorun karşısında tutumuna Barbara
Ehrenreich “Davullara Karşı Silahlar” adlı metninde geniş ölçüde yer vermiştir.
Avrupalıların 16. Yydan 19. Yy’a kadar diğer halkları sömürgeleştirerek, yok
ederek, köleleştirerek yayılmacı bir politika izlerken diğer kültürlere,
özellikle kendinden daha az gelişmiş olarak gördüğü kültürlere, hoşgörüsünün ne
kadar az olduğunun anlaşılabilir, der metin kısaca. Bunun detaylarına girecek
olursak Avrupa’nın sömürgecileri ve misyonerleri aracılığıyla “dünyaya ihraç
etmeye çalıştığı hıristiyanlık” ve püriten ahlak anlayışı ile karşılaşırız.
Buradaki sorun bir kültürün yok edilmesinden çok bir halkın yok edilmesi
sorunudur aslında. Ehrenreich “Yerli geleneklerini sürdürebilecek bir halk
artık mevcut değilken, yüzyıllar önce
Avrupalıların silahlarına ve hastalıklarına yenik düşmüşken, Tazmanyalıların ya
da Karayiplilerin geleneklerinin ortadan kalkmasına hayıflanmak miyopluk
olur.” diyerek bu konunun üzerinde
durur. (s:198) Yani “uygarlaştırmaya”
çalıştıkları halklar yok olduğu için misyonerlerin “uygarlaştırma” çabaları da
çoğunlukla yarım kalıyordu, der. Kendilerinden altta gördükleri bu insanları ve
onların kültürlerini önemsemeyen, başıboş, çocuksu gören Avrupalılar içlerinden
gelen isteklere utanma duygusuyla engel olmayı uygarlık saydıkları için
yerlilerin utanmadan uzak ve içlerinden geldiği haliyle dışa vurdukları
danslarını, şenliklerini, ritüellerini de hoşgörüyle karşılamamış, yok edilmesi
gereken barbar gelenekleri olarak görmüşlerdir. Metinde genel olarak yerlilerin
danslarına, şenliklerine karşın Avrupalının silahları üzerinde durulsa da
altında yatan anlam görünenden çok daha derindir. Bir kültürün sırf kendisini
daha üstün gördüğü için diğerine efendilik etmeye ve hatta o “alt kültürü” yok
etmeye kendinde hak görmesi anlatılır. “Avrupalılar genellikle yaşamlarına
zorla burunlarını soktukları halkların ortak hazlarının ve ritüellerinin gözü
dönmüşçesine karşısında yer alıyordu”. (s:200)
Metinde
bahsedilenlerden hareketle, Avrupalılar kendilerine benzetmeye çalıştıkları
sömürgelerinin kendilerine benzemelerini bir o kadar da istemiyorlardı. Çünkü
İncil’de yer alan özgürlük fikrinin kölelere işlemesi Avrupalıyı rahatsız
ederdi hem bu sebepten hem de sömürgelerin kendi dinlerinden tam olarak kopmak
istememeleri sebebiyle yeni melez ya da uzlaşmacı dinler ortaya çıktı. Bu
dinler Afrika’ya özgü bazı geleneklerini ve ibadetlerini canlı tutmaya devam
etmelerini sağladı. Beyazların çılgınca hatta “şeytana tapmak” olarak gördüğü
bu ibadetlerin bir de korkulan tarafı vardı; karnavalların ayaklanmalar için
bir mevzi oluşturulması. Yerlilerin kültürlerine ait geride kalan son
kırıntılardan olan karnavallar da böylece dikkat çekip yok edilme ya da
sekülerleşme oklarını üzerine çekmiş oldu. “Siyahların karnavalın birdenbire
yasaklanmasına vereceği tepkiden korkan İngilizler, ona aşamalı biçimde
saldırarak yasakları maddeler halinde yazdılar.” (s:215)
Metnin devamında
sömürgelere Avrupa ve Avrupa dışında gösterilen tutum farkından bahsedilir. Bu
noktada önemli olan, Avrupa içindeki baskı ancak belli bir noktaya kadar
ulaşırken uzaktaki sömürge teba üzerindeki baskının bir sınırı olmaması
meselesidir. “Avrupa’da reform sonrası kültürel reformun amacı şenlikçileri
değil şenlikleri yok etmekti.” (s:205) Yani
Avrupa’daki alt sınırın kaderi ölmek değil disipline edilmekti. Avrupa’da alt
sınıf işçi muamelesi gören sömürge bağlamı Avrupa dışında uygarlığın
ilerleyebilmesi için “ortadan kaybolması gerekenler”di.
Bu noktada ise sömürge fatihlerinin ve misyonerlerin uyum içindeki
çalışmalarından bahsedilir.
Böylece bütün bu
metinler toplamında Avrupa’nın kendi öz bilinci olarak uygarlık fikrini nasıl
inşa ettiği, sömürgecinin yerli karşısındaki “uygarlık” anlayışı ve genel
olarak uygarlık süreci işlenmiştir. “Batı toplumu, sonradan uygarlık adına girişeceği
sömürgeleştirme ve yayılma savaşlarını Ortaçağ’da kilise adına gerçekleştirir.”
(Elias,Uygarlık Süreci, s:133) cümlesi Batı’nın uygarlık tutumunu neredeyse
özetler niteliktedir.
Kaynakça:
Cuche, Denys “Sosyal Bilimlerde Kültür Kavramı”, Bağlam Y.,
2004
Özbek, Meral “Uygarlık,Kültür ve Romantik Hareket”,
İletişim, GÜİLEF Y., no.7, 2000
Elias,Norbert,”Uygarlık Süreci”, İstanbul;İletişim
Yayınları,2000
Burke, Peter, “Ötekiler İçin Kalıpyargılar”, Tarihin Görgü
Tanıkları, İstanbul;Kitap Yayınevi,2003
Ehrenreich, Barbara, “Davullara Karşı Silahlar:Emperyalizm
Esriklikle Savaşıyor”, İstanbul, Versus Kitap, 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder