“Her yürek ancak
belli bir miktardaki
acıya göre yoğurulmuştur çünkü.”
(Cioran, Çürümenin Kitabı)
İnsanın makineleştirmeye çalıştığı dünya içerisinde kendi
robot devrimine karşı duran en büyük doğal etmen insanın kendisidir. Çeşitler
içinde tek tipleşmeye, tek tipleşirken ortak tepkiler vermeye, herkesleşmeye
doğru ilerleyen toplum ruh haline uyum sağlayamayan birey ilerlemesi içinde
bozulan, kendini tamir eden, bazen de duran makinenin bozuk çarkları olmaya
devam etmektedir. Neden bireyin bu makine devriminin engeli olduğunu düşündüm?
Etrafımda gördüğüm “ruh sağlığı günden güne bozulan” insanlar, her birimizin
ruh hastalıkları olduğunu ve bunları kabul etmemiz gerektiğini bize haykıran
“ruh doktorları”… Neden her birimiz
kaygı bozuklukları, insomnialar, panik ataklar ile boğuşan bireyler olmaya
başladık? Hep böyleydik de teşhisimiz mi konulamıyordu? Çevremde gördüğüm psikolojik
bozukluklardaki ve özellikle ilaç kullanımındaki artış bu konu üzerinde
düşünmem için olanak sağladı.
Acıyı fiziksel ve
ruhsal olarak ikiye ayırırsak ruhsal acı bizi diğer türlerden ayıran en temel
özellik diyebiliriz. Temel dini inanışlarda, yaratılış hikayelerinde, kutsal
kitaplarda insan insanlığına kavuştuğunda tanrı tarafından cennetten kovulmuş
ve sonsuz bir utanca, dolayısıyla sonsuz bir ıstıraba mahkum edilmişti. İnsan
olmanın temelinde yatan bu ıstırap ancak günlük hayatın meşgaleleriyle
unutulabilmekteydi. İnsanın özünde diğer pek çok duygu ve hisle birlikte var
olan “acı” sonsuz olduğu, insan var oldukça var olmaya devam edeceği için
diğerlerinden farklı bir noktada durmaktadır.
Ancak tekrarlanabilen, sürekliliği olan şeylerin insanda
dayanılmaz bir etki yaratacağı düşünülürse acı bunların en görkemlisidir.
Yalnızca günlük hayatın meşgalesiyle insanın herhangi bir ruhsal ısdıraptan
uzaklaşabileceği, bir an için unutabileceği konusuna değinmiştik. Bunu
onaylamak için kuramlardan, filozoflardan yararlanmamıza sanıyorum gerek
kalmayacak. “Hayat devam ediyor.” Cümlesini hiç duymamış olanlarımız hariç,
onlar acının ve matemin çemberi üzerinde sonsuz yürüyüşe çıkmış
olanlarımız. Bu cümleyi duymuş hatta
yaşamış olanlar ise neden bahsettiğimi hissedebilmiş kişiler olacak. İlk aşk
acınızı nasıl unuttunuz? Hayatınızdaki ilk ölümü nasıl atlattınız? Ruhunuz ıstırap
içindeyken kendinizi öldürmekten nasıl korudunuz? Bir şekilde hayata devam
ederek değil mi? Yaşamaya, çalışmaya, farklı duygular hissetmeye ya da
hissizleşmek için mücadele vermeye devam ettiğimiz sürece ruhumuzu ya da onun
acılarını unuttuk.
İş bölümlü toplumun niteliklerinden biri kişinin gününü işin
kendisine adamasını istemesidir. En ideal saatleri 8-5 olan işlerimiz bunun en
güzel örneğidir. Haftanın iki günü tatil yapabilmek için –bazılarımız daha az-
beş gün çalışan insanlar olarak kişisel sıkıntılarımızdan uzaklaşmakta çok
fazla zorluk çektiğimiz söylenemez. Öyle ki, alıştığımız bu yaşam tarzı bize
sonsuz sıkıcı Pazar öğleden sonraları sunmaya başladı. Kendimizi oyalayacak bir
şey bulamadığımızda sıkıntılarımız gün yüzüne çıkar ve onlarla yüzleşmek
zorunda kalırız. İşte bu yüzleşme anları, robotluktan çıkıp insan olmaya
başladığımız dakikalardır. Her birimizin farklı acıları ve bunlara verdiği
farklı tepkiler ama bütün bunların içinde bir ve bütün kalışımız bizi insan
yapandır. Bu tek tiplikten çıkış hali kendi makine devrimimizin sürekli
buhranıdır ki pazartesi sendromu da mevcudiyetini tam olarak burada bulacaktır.
Bu yazını Adorno’nun sonsuz melankoli mahkumluğuyla nihayete
erdirmek istemiyorum zira ben ondan çok daha optimist olmakla birlikte -cahillikle gelen bir iyimserlik olmamasını
diliyorum- yaşamın temellerinin tamamında melankoliyi görmüyorum. Yalnızca varlığımızın
özünde olan ve diğerleri kadar çok sevmediğimiz fakat bizi insan yapan
hislerden biri olan “acı”yı bize hatırlatmak isteğindeyim.
Hiçbir şey hissedemeyenlerin arasında acı kıymetli bir olgu
olarak varlık bulacaktır. Zira özümüzde zaten bulunanı, hamurumuzun bir
parçasını reddetmek kendimizi reddetmek, kendimize yabancılaşmak demek
olacaktır. Maalesef günümüzde yaşadığımız da tam olarak budur. Kişiliğimizi
geliştirmemiz gerektiğiniz düşünen uzmanlardan dinlediğimiz “acı çekmeyin,
kimseden nefret etmeyin, mutluluk içinde yaşamınızı sürdürün” nidaları ve
sosyal medyada gözümüze sokulan “mükemmel” hayatlar kendi acınası hayatımızı
yüzümüze vuruyor. Onlar gibi, onlar kadar mutlu olmak istiyoruz. Etrafımızdaki
insanlar bize sırlarını ifşa ettiklerinde ise doğamızdan gelen bir tepkiyle
onların sorunlarını genellikle çözülebilir ve gülünç buluyoruz. Çünkü kendi
acımızı başka hiç kimsenin yaşamadığı kadar büyük görmeye tümden meyilliyiz.
Belki de Cioran’ın dediği gibi “onların yeteri kadar irade, cesaret ya da zihin
açıklıkları olmadığı için acı çektiklerine inanırız.” (Çürümenin Kitabı, s:28)
Kendi sorunlarımıza o kadar yabancılaşıyor ve yüzleşmekten
kaçıyoruzuz ki çözülmeyen sıkıntılar, yüzleşilmeyen acılar bilincimizin
beklenmeyen yerlerinden dışarıya çıkıyor ve “ruhsal hastalıklarımız”la baş başa
kalıp kendimizi uzmanların şifalı uyuşturucular sunan ellerine bırakıyoruz.
Oysa bir toz birikintisinin üstünü örtmek onu yalnızca daha çok büyütür. Bu da
beraberinde daha çok uyuşmayı ve istenilen insan modeline, tek tipleşmeye ve
hissizleşmeye, yakınlaşmayı getirir.
Kendi acılarımıza ve sorunlarımıza uzaklaşmamız,
yabancılaşmamız, kendimizle yüz yüze gelemememiz bizi çözümlerden çok daha uzak
bir yere bırakıyor. Yaşadığımız toplumu gün geçtikçe bir deliler hastanesine
benzetmemiz de belki bu yüzdendir. E. Goffman’ın “toplum, deliler tarafından
yönetilen bir akıl hastanesidir.” Sözü belki de tam olarak bu noktada
geçerliliğini arttırmaktadır.
Hissedebilen, acılarıyla, nefretleriyle ve tüm diğer
duygularıyla yüzleşebilen, kendi içine giden yolun dışarıdan geçtiğini
çözebilen insan makine toplumunun bozuk çarkları olmaya devam edecek. İnsan
duygularından kaçmak yerine onlarla başa çıkmayı öğrenir ve farklılıklarını
kabul edebilirse ancak o zaman kendi doğal ortamını kurabilecek ve kendine
giden yolu keşfedecektir. Acıyı unutmak ne kadar iyiyse onu bir miktar yaşamak
da o kadar iyidir. Bu demek değil ki her acıyı sonsuza dek yaşayalım. Yalnızca
bizi insan yapan her şeyden yeteri kadar tatmayı bilmek gerektiği düşüncesindeyim.
Uyuşmaktan ziyade her daim sağlam ve dik durabilmek, üretebilmek adına bizi
“kendi”mize getirecek yollardan geçelim. Başka hayatları yeterince
anlayamıyorsak durup kendimizi bir görelim, bedenimizin içinde taşıdığımız bu
yükün ne olduğunun bilincine varalım. Bu yükün içindeki hoşumuza gitmeyen
şeylerin de gerçekliğin bir parçası olduğunu kabul edelim ki karşımıza
çıktıklarında şaşıp kalmayalım. Her sabah yüzümüze soğuk su çarpar gibi
yaşayalım yaşantımızın her parçasını, kendimizle mutsuzluğa da var olalım. Her
insanın taşıyabileceği kadar yükü olmalıdır ki gideceği yere kendinden bir
şeyler taşıyabilsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder