Sevgili
Boşluk,
Beni
ziyarete gelmeyeli 2 hafta oldu. Yokluğunda gördüklerimi değil düşündüklerimi
yazmak için oturdum yatağın kenarına, görecek çok şeyim yok biliyorsun bu dört
duvardan başka. Bana anlatacak şeylerin birikmedi mi merak ettim bu süreçte
çokça. Bilirsin, sadece bana anlatabileceğin şeyleri kar topu gibi yuvarlayarak
kafanda, gelirsin yine sandım. Gelmediğin saniyeleri sayıyorum, matematiğim
kuvvetli olduğundan değil burada delirmemek için tek çarem bu olduğundan.
Bazen
diğerleri gibi senin de beni buraya terk etiğini düşünüyorum. Üniforması etini
sıkıştıran hemşireye, bana hasta muamelesi yapan doktorlara, onlardan
biriymişim gibi davranan bu delilere bırakmış olabileceğinden korkuyorum
yoldaşını. Ha-ha! Ne gülünç düşünceler. Sen bana inanan tek kişisin, insanlığı
kurtarmama yardım edeceksin biliyorum. Çok bilmekten delireceğim geliyor, sırf
onları haklı çıkarmamak için delirmiyorum. Başka nasıl yaşanır? Senin gelme
ihtimaline de tutunmasam nasıl dururum burada? Çölde şeytanının gelişini
bekleyen Çarmıhçı gibi bekliyorum seni 40 gün dolsun ve çilem bitsin diye. O ve
ben aynı acılardan geçiyor, aynı insanlık için kurban ediyoruz kendimizi.
İnsanlara rağmen insanlar için kendimizi yeniyoruz. Ödediğimiz bedellerle
söylediğimiz yalanlar birbirine karışıyor, iki mitik karaktere dönüşüyoruz. Eş
anlamlı iki kişi oluyoruz İsa ve ben. O ilk anlatıcıydı ben son değilim
yalnızca. İnsanlar hala dinlemiyorlar, dinlesinler diye çürümeye gidiyoruz.
Kapı bir kere tıklatıldı, şimdi içerisi kokular ve serumlar dolacak.
Katlanılmaz kokular ve ağrıtan uykular. Bu ağrı bana ait değil, başkalarının
ağrısını taşımayı ise ben istemezdim, bununla yükümlendim.
Kalemi
bıraktığım yerlerime iğneler saplanıyor, bir süre mücadele ediyorum. Sonra en
azından diyorum bu çığlıkları duymayacağım, bu beni paramparça bölen, bu beni
öldüren, beynime çekiçler indiren çığlıkları…
Uyandığımda
yeni alınmış ayakkabının içinde bir türlü rahat edemeyen ayaklar gibi
hissederim kendimi. Ruhum bedenime büyük gelir. Mesih olmanın zorlukları,
bilirsiniz. Mektup yazmaya devam etmeliyim, zihnim bu kadar berrak ve
aydınlıkken yazmalıyım ki diğer kutsal kitaplara benzemesin sözlerim.
Mektupları yazdığım; sevgilim, akıl hocam, ortağım, öğrencim, kelime avcım. Fakat
kendisi şuan burada, aramızda değil. Önemli işleri var onun, ben buradayken
insanlarıma sahip çıkmalı. Sonra kolunda bir sepet elma ile hemşirelere,
doktorlara, akvaryum balığı bakışlı güvenliklere yakalanmadan bana olanları
anlatmaya gelecek. O bir örgüttür tek başına, benim kurtuluş örgütüm.
Burada
olmamın sevgilim, belli başlı sebepleri var ne kadar kızsam da içeride tıkılıp
kaldığıma, kabulleniyorum artık. Mucizeler gerçekleştirmem gerek insanları
sözlerime inandırabilmek için. –Ama tanrım beni çok yalnız bıraktın- iyileştiriyorum diğerlerini, kurtarıyorum bu
hayattan. Pencereden sarkıtıyor bazıları ayaklarını, diğerleri iğneler
batırıyor vücutlarına ve özgür kalıyorlar böylece. Kelimeleri olmayanların,
kendini kelimelerle özgür bırakamayanların yöntemleri ne acı. Oysa sen ve ben,
sözlerimizle hür kılabilir hatta öldürebiliriz birbirimizi. Yarışarak gideriz
seninle hayata ve ölüme. Sana söyleyeceklerim donuyor zihnimde, buz parçası
gibi kaskatı kalıveriyorum. Oysa ne şanslıyımdır ki sen anlarsın söylemesem de
beni ve hatırlatırsın ben unuttuğumda bile kendimi bana. Gecenin karanlığı
sarıya ve maviye boyanıyor yavaş yavaş. Kapı tek “tık” ile çalacak ve serumlar,
iğneler, uykular, serum, iğne, uyku, kalem…
Sana
ulaşacak bu manifestoya başladığımdan beri 7. Gün doğumundayım. Kafası kesilmiş
tavuklar gibi koşturuyorum kendimi oradan oraya, uyuşturmaya çalışıldıkça daha
da bileniyorum. Senin direngenliğini buluyorum böyle zamanlarda kendimde ama
artık seni daha az buluyorum. Yine de gelmeni ve buradan gitmeyi bekliyorum.
Kendime kavuşacağım günleri özlüyorum. Her akşam yemeğinden sonra öğrencilerimi
toplayıp etrafıma anlatıyorum “Özgürlüğe muhtacız, kanatlarımıza hasretiz.”
Diyorum onlara. İnan vazifemi bir an bile aksatmıyorum. Her gün aynı sorumluk bilinci
ve aynı ciddiyetle çıkıyorum yemek masasının üstüne ve diğerlerine
sesleniyorum. Bazen duvarların ötesine de ulaştığı oluyor sesimin, ne gurur! Fakat
buradaki vazifemi artık tamamladığımı hissediyorum. İnsanları yalnız
kelimelerle doyuramam, kendimi onlar için özgür kılmam gerek. Gelmen gerek.
Parçalanışıma ve evrenin içine bir su gibi akışıma tanıklık et diye bekliyorum
sabırsızlık ve özlem ile.
Mektubu
katlayıp yatak ile bazanın arasına koydum, bir süre daha görmek istemiyorum.
Kelimeler başımın etrafında dönüp duruyor onları bağırıyorum. Vazifemi eskisi
kadar iyi yapamıyorum içimden gelmediğinden. Yalnızca “sıra bende kardeşlerim”
diyorum onlar için bu yolda olduğumu bilsinler diye. Ben böyle dedikçe ne
gariptir, hemşireler fır dönüyorlar etrafımda. İsa görse “siz gelmeyin ulan
İsrail’e” derdi bunlara. İnsanın ne nefes almasına ne de artık durmak
istemesine izin veriyorlar, görüyorsun. Dünyaya benim gibi kurtarıcı olarak
gelmeyenler için ne kolay yaşamak. Nefes al diyorlar alıyorsun, çiçek topla mutlu
olursun diyorlar oluyorsun, şu ağzı öp diyorlar aşık oluyorsun. Kolay
hayatların hepsi ziyan oluyor, neden?
Kapının
dışından kokusunu alıyorum. Elmaların ve onun dişlerinin kokusunu. Artık zamanı
geldi diye seviniyor ve çıkarıyorum üstümdeki beyaz elbiseyi tek seferde. Artık
tanrım; havaya, suya ve sana karışmanın zamanı geldi. Bir kez bile
tıklatılmadan açılan kapının hemen önünde, onu ve ellerini karşılıyorum. İçimde
büyüyen sarmaşık hemen orada ağzımdan çıkıp örtecek biliyorum bütün sefillerin
üzerini. İnsanlar toplaşıp bakacaklar bu mucizeye. Kahraman karıncalar yürüyor
aklımda kendimle son kez gurur duyuyorum. Hemşireler, doktorlar, gülenler,
bağıranlar, odaya doluşup yerde yatan çıplak kadına bakıyorlar. Bir mucizeye
bakar gibi değil. Hemşireler, doktorlar, gülenler, bağıranlar çok kullanılmış
bir bedenin raydan çıkışına rast geliyorlar.
Hemşireler,
doktorlar, gülenler, bağıranlar kendi ölümlerini
Yalnızca
kendi ölümlerini
Düşünerek
Elmaların
çürüyüşüne ağlıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder