“Her şeye maruz kalmak
Her şeyi yapabilecek olmak demektir.”[1]
İktidar
Tahakkümü Altında Özgürlük İstencinin Mümkünlüğü
Kuzey İrlanda’da 1969
sonrası IRA’nın yeniden kurulmasının amacı Bileşik İrlanda için savaşmaktı. Bu
amaç uğrunda binlerce insan sokaklarda öldü, evler yakıldı, hapishanelerde
“terör” suçundan tutuklu mahkumlar tarafından çeşitli eylemler yapıldı. Hunger
filmi Kuzey İrlanda’nın bağımsızlık hareketini yalnızca hapishaneden ve birkaç
aktör üzerinden işliyor. Asıl olarak 1981’de bağımsız milletvekili Boby Sand’in
başlattığı açlık görevi akıllarda kalsa da bununla birlikte dönemin hapishane
şartları ve politik suçlu olduklarına hüküm verilmiş kişilerin isteklerini
anlamak açısından oldukça faydalı bir yapım. Burada baskıyı, direnişi, zor
koşullara rağmen boyun eğmemeyi, özgürlüğün pek çok insan için farklı anlamlara
gelebileceğini, cesareti, ölümün her zaman bir yenilgi demek olmadığını ve daha
pek çok kavramı bir arada görüyoruz.
Hannah Arendt Devrim
Üzerine adlı çalışmasında savaşların meşrulaştırılmasından bahsederken Yunan polis’inde siyasetin şiddete değil
iknaya dayalı olduğunu söyler.[2]
Örneğin der, ölüme mahkum edilenler baldıran zehri içerek ölmeye ikna
edilirler, böylece Atin yurttaşı fiziksel şiddete uğrayarak aşağılanmaktan
kurtulur. Baldıran zehri içmenin de bir tür fziksel şiddet olduğunu ve ölüme
mahkum edilmenin zaten aşağılanmayı beraberinde getirdiğini (bedenine ve
yaşamına başkasının tahakküm kurması ve yaşamaya hakkın olmadığına karar
verebilmesi demektir çünkü) düşünürsek burada fiziksel şiddetten kurtulan
kimdir? Şiddeti uygulayanlar. İkna yöntemi sayesinde şiddeti uygulayan kişiler
üzerlerine aldıkları sorumluluktan kurtuluyorlar. Bu bilgiyle filmi
birleştirmeye ve dönemin siyasetini anlamaya çalışalım.Filmin ilk sahnelerinde
elini yıkarken acı çeken bir gardiyan görüyoruz. Ellerinin şiddet uygularken
yaralandığını filmin ileriki sahnelerinde görebiliyoruz. Suya dokunduğu anda canı
yanıyor, bu acı yalnızca fiziksel değil bir acı mıdır yoksa gardiyanın yüzünün
aldığı şekilden yaptığı işe olan kızgınlığını, memnuniyetsizliğini, ona verdiği
içsel sıkıntıyı da anlayabilir miyiz?
Modern dönem siyasi
rejimlerini anlamak Antik Yunan’ı anlamaktan çok daha karmaşık. Foucault bunu
yapmanın bir yolu olarak iktidarın aygıtlarını anlamaya çalışmak gerektiğini
söyler. Hapishaneyi ve onun işleyiş mekanizmasını anlamak bu açıdan önemlidir.
Gardiyanlar mahkumlara şiddet uyguluyorlar fakat bunun suçlusu olarak
kendilerini değil yine mahkumları görüyorlar. Bu yalnızca gardiyanlara ya da
hapishanelere has bir üslup olmaktan çok baskının asıl kaynağı olan iktidar
mekanizmasının bir parçasıdır Foucault’cu bir yorum yapacak olursak. İktidar’ın
Gözü’nde bahsettiği çocuğun cinselliğine müdahale için kaynağında o olmadığı
halde baskı aracı olarak aileyi araya sokan iktidar[3],
filmdeki örnekte de “normalleştirme” uygulamaları için hapishaneyi araya
sokuyor. Böylece şiddet sorumluluğunu kendi üzerinden atarak bira aygıtı olan
hapishanelere vermiş oluyor.
Peki nasıl oluyor da
mahkum olan kendisine uygulanan şiddetten de sorumlu hale geliyor? Bunu bireyin
özgürlüğüyle birlikte ele almak mümkün müdür? İnsanın kendi yaşamı üzerinde
karar veren mercii olması tabii ki özgürlük kapsamındadır fakat baskı altındaki
bedenlerin kendi kararlarını vermekte özgür olduklarını düşünmek de çok doğru
olmayacaktır. Örneğin pasif direniş durumunda bireyler bir takım eylemleri
yapmayı reddettiğinde bile iktidar zor kullanarak bireyin eylemlerini
“normalleştirmeye” çalışacaktır. Film üzerinden düşünürsek politik suçlu olarak
hüküm giyenler zaten toplum düzenini bozmaya yönelik hareketleri nedeniyle
iktidar tarafından normalleştirilmek için bir total kuruma hapsediliyorlar ve
pasif direnişe geçip yıkanmayı reddettiklerinde de gardiyanlar tarafından zorla
banyolara götürülüp yıkanmaya, tıraş edilmeye çalışılıyorlar. Yalnızca kişinin
bedeniyle ilgili olan bir konu bir anda politik bir meseleye dönüşüyor. Oysa
toplum içinde yaşayan bir bireyin yıkanıp yıkanmaması nadir durumlar hariç
kendi iradesine bırakılmış bir mevzuudur. Yıkanmaması durumunda başına
gelebilecek en kötü şey kendisine pis gözüyle bakılması ve toplum tarafından
hoş görülmemesi olabilecekken hapishanede bunu yaptığında politik bir suç
işlemiş ve direnişe geçmiş oluyor. İktidar mekanizmasına bedenini kullanarak
karşılık veriyor birey çünkü biliyor ki iktidar onun bedeninin dışında değil.
Bu nedenle iktidarı dışarıda bırakarak kendi özgürlüğüne kavuşmak istiyor.
Filmde sürekli olarak
bir çıplaklık vurgusuyla da karşı karşıya kalıyoruz. Fakat mahkumlar tek tip
olarak giyinmektense çıplak kalmayı tercih ediyor ve eylemlerini bu şekilde
ortaya koyuyorlar. Modern toplumda çıplaklığın utanç sebebi olduğunu düşünürsek
burada utancı aşan bir konu da söz konusu. Agamben, “Utanç, özneleşme ile
öznelliğin yok edilişinin, benliğin yitirilmesi ile benliğe sahip oluşun,
tebaalık ile egemenliğin bu mutlak birlikteliğinde üretilen şeydir” [4]
der. Öyleyse hapishanede öyle bir nokta vardır ki tüm bu birliktelikler yıkılır
ve insan birey olma durumundan uzaklaşır ya da tamamen birey olduğunun ayırtına
vararak iktidar tahakkümüne karşı gelmeyi başarır. Çünkü iktidar tahakkümü
kendini özneleştirme de ve nesnelleştirmede var eder.
iktidarın bireyleri nesnelleştirme
çabaları için Foucault,
“Bunlar bireyin konumunu sorgulayan
mücadelelerdir: Bir yandan, farklı olma hakkına sahip çıkar ve bireyleri
hakikaten birey yapan her şeyi vurgularken, öbür yandan bireyi parçalayan,
başkalarıyla bağlarını koparan, cemaat yaşamını bölen, bireyi kendi üzerine
kapanmaya zorlayan ve kısıtlayıcı bir biçimde kendi kimliğine bağlayan her şeye
saldırırlar. Bu mücadeleler tamamen “birey”den yana ya da “birey”e karşı
olmayıp; daha çok, “bireyselleşmenin yönetilmesi”ne karşı yürütülen mücadelelerdir”
[5]diyor.
Foucault’un bu
düşüncesini filme uyarlarsak, iktidar bireylerin çeşitli hak ve isteklerine
sahip çıkıyor, onların çıkarlarını düşünüyor gibi davranıyor fakat öte yandan
kendi istediği düzenin bozulması durumunda kişiyi “anormal” olarak damgalayarak
total kurumlara normalleştirmek için gönderiyor. Tıpkı Bobby Sand’in
milletvekili olarak birçok şeyi isteme hakkı olmasına rağmen bu istekler
iktidarın düzenini sarsacak boyuta geldiğinde toplumun dışına sürülmesi gibi.
Hapishanelerde iktidar kendini gizlemiyor aksine disipline edici bir mekan
olarak varlığını vurguluyor. Cezalandırmanın amacı kefaret ödetmek değil, ıslah
etmek “normalleştirmek”, disipline emek. Bobby Sand ve peder arasında geçen
uzun diyalogda peder Sand’e “devlet hala seni delirtemedi mi? Diye soruyor. Bu
soru basit bir alay etme gibi görünse de tam da Foucault’un total kurumları
sorgulama amacına denk düşüyor aslına bakılırsa. Çünkü direnen insanların
“basit ama kuvvetli inançları”[6]
var ve bu inançlar iktidarınkilerle denk düşmediğinde iktidar direnen bireyleri
toplumda istemiyor. Yani “normalleştiremediğini” yok etmek istiyor. Buna
karşılık, bireyler kullanabilecekleri tek silah olan bedenlerini iktidara
doğrultuyorlar.
Filmde üzerinde durulan
bir nokta da politik eylemler sonucunda ölen kişilerin ölümlerinin intihar mı
yoksa cinayet mi sayılacağı konusudur.Bobby Sand’in önderliğini yaptığı eylem
gibi devrimci eylemler uzun vadeli mücadelelere ve hedeflere sahipler. Ölümü yalnızca
göze almakla kalmayıp onu kabulleniyorlar. Kendi ölümlerinden sorumlu
olduklarını da bu nedenle kabul etmiyorlar, bunu bir cinayet olarak
adlandırıyorlar. Çünkü onlara istedikleri ve inandıkları haklar verilmedi, var
olan hakları geri alındı, yurttaşlık haklarından mahrum bırakıldılar ya da
özgür bireylerin elde etikleri haklara sahip olamadılar. İktidar onların özgür
olduğunu ve kendi “şiddetlerini kendilerine doğrulttuklarını”[7]inatla
vurgularken onlar kendi ölümlerinin politik bir cinayet olduğunu göstermek istiyorlar.
Terörist olarak sayıldıklarından dolayı zaten toplumdan dışlanmışlıklarını ve
çok kötü şartlarda yaşamaya mahkum edilmişliklerini kabullenmeyip hak ve
özgürlüklerini istedikleri için aslında ölüme mahkum edildiklerini,
özgürlükleri olmadan nefes alıp vermektense ölmeyi tercih edeceklerini apaçık
vurgulamak istiyorlar. Amaçlarına ulaşmak için ölümü dahi göze aldıklarını
korkusuzca gösteriyorlar.
Filmin sonunda Bobby
Sand’in direnişinden vazgeçmediğini ve öldüğünü görüyoruz. En son sahnede ise onun
ardından da ölen eylemciler olduğunu fakat sonunda bir barış anlaşması
imzalandığını öğreniyoruz. Sonuçta kazanılmış bir şey var gibi görünse de bunu
iktidara karşı bireyin bir zaferi olarak kabul etmek aslında mümkün değildir.
Çünkü ne yapılan eylemler ne de anlaşmalar iktidar istencinin dışında
gerçekleşmemiştir. Kazanılan bir takım haklar olsa bile bunlar ancak iktidarın
şartlarında mümkün olmuştur ve ne iktidarın ne onun aygıtlarının ne de
mekanizmasının işleyişinin değiştirilmesini ya da yıkılmasını sağlamamıştır.
Oysa Foucault toplumdaki değişimlerin ancak iktidar aygıtlarının
dönüştürülmesiyle mümkün olacağını söylemiştir, ona göre yapılan ufak reformlar
toplumu ileriye taşımak adına yeterli değildir.[8]
[1] Agamben,
Tanık ve Arşiv,Dipnot Yayınları, Ankara, 1999, İthaf kısmı
[2] Arendt,
Devrim Üzerine, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s:12-13
[3]
Foucault, İktidarın Gözü,Ayrıntı Yayınları,İstanbul, 2012, s:55
[4]
Agamben,Tanık ve Arşiv,Dipnot Yayınları, Ankara,1999, s:108
[5]
Foucault, Özne ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, s:62
[6]Filmin
45. Dakikasından itibaren başlayan diyalogda Sand’in konuşmasında geçen bir
cümleye gönderme yapılmıştır.
[7] Margarat
Thatcher’ın hapishanedeki eylemler üzerine yaptığı konuşmaların filmde duyulan
kısmından
[8]
Foucault, İktidarın Gözü,Ayrıntı Yayınları,İstanbul, 2012, s:52
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder