4 Eylül 2018 Salı

Sinemada Sosyoloji: Steve McQueen- “Hunger”



“Her şeye maruz kalmak
Her şeyi yapabilecek olmak demektir.”[1]

İktidar Tahakkümü Altında Özgürlük İstencinin Mümkünlüğü

Kuzey İrlanda’da 1969 sonrası IRA’nın yeniden kurulmasının amacı Bileşik İrlanda için savaşmaktı. Bu amaç uğrunda binlerce insan sokaklarda öldü, evler yakıldı, hapishanelerde “terör” suçundan tutuklu mahkumlar tarafından çeşitli eylemler yapıldı. Hunger filmi Kuzey İrlanda’nın bağımsızlık hareketini yalnızca hapishaneden ve birkaç aktör üzerinden işliyor. Asıl olarak 1981’de bağımsız milletvekili Boby Sand’in başlattığı açlık görevi akıllarda kalsa da bununla birlikte dönemin hapishane şartları ve politik suçlu olduklarına hüküm verilmiş kişilerin isteklerini anlamak açısından oldukça faydalı bir yapım. Burada baskıyı, direnişi, zor koşullara rağmen boyun eğmemeyi, özgürlüğün pek çok insan için farklı anlamlara gelebileceğini, cesareti, ölümün her zaman bir yenilgi demek olmadığını ve daha pek çok kavramı bir arada görüyoruz.
Hannah Arendt Devrim Üzerine adlı çalışmasında savaşların meşrulaştırılmasından bahsederken Yunan polis’inde siyasetin şiddete değil iknaya dayalı olduğunu söyler.[2] Örneğin der, ölüme mahkum edilenler baldıran zehri içerek ölmeye ikna edilirler, böylece Atin yurttaşı fiziksel şiddete uğrayarak aşağılanmaktan kurtulur. Baldıran zehri içmenin de bir tür fziksel şiddet olduğunu ve ölüme mahkum edilmenin zaten aşağılanmayı beraberinde getirdiğini (bedenine ve yaşamına başkasının tahakküm kurması ve yaşamaya hakkın olmadığına karar verebilmesi demektir çünkü) düşünürsek burada fiziksel şiddetten kurtulan kimdir? Şiddeti uygulayanlar. İkna yöntemi sayesinde şiddeti uygulayan kişiler üzerlerine aldıkları sorumluluktan kurtuluyorlar. Bu bilgiyle filmi birleştirmeye ve dönemin siyasetini anlamaya çalışalım.Filmin ilk sahnelerinde elini yıkarken acı çeken bir gardiyan görüyoruz. Ellerinin şiddet uygularken yaralandığını filmin ileriki sahnelerinde görebiliyoruz. Suya dokunduğu anda canı yanıyor, bu acı yalnızca fiziksel değil bir acı mıdır yoksa gardiyanın yüzünün aldığı şekilden yaptığı işe olan kızgınlığını, memnuniyetsizliğini, ona verdiği içsel sıkıntıyı da anlayabilir miyiz?
Modern dönem siyasi rejimlerini anlamak Antik Yunan’ı anlamaktan çok daha karmaşık. Foucault bunu yapmanın bir yolu olarak iktidarın aygıtlarını anlamaya çalışmak gerektiğini söyler. Hapishaneyi ve onun işleyiş mekanizmasını anlamak bu açıdan önemlidir. Gardiyanlar mahkumlara şiddet uyguluyorlar fakat bunun suçlusu olarak kendilerini değil yine mahkumları görüyorlar. Bu yalnızca gardiyanlara ya da hapishanelere has bir üslup olmaktan çok baskının asıl kaynağı olan iktidar mekanizmasının bir parçasıdır Foucault’cu bir yorum yapacak olursak. İktidar’ın Gözü’nde bahsettiği çocuğun cinselliğine müdahale için kaynağında o olmadığı halde baskı aracı olarak aileyi araya sokan iktidar[3], filmdeki örnekte de “normalleştirme” uygulamaları için hapishaneyi araya sokuyor. Böylece şiddet sorumluluğunu kendi üzerinden atarak bira aygıtı olan hapishanelere vermiş oluyor.
Peki nasıl oluyor da mahkum olan kendisine uygulanan şiddetten de sorumlu hale geliyor? Bunu bireyin özgürlüğüyle birlikte ele almak mümkün müdür? İnsanın kendi yaşamı üzerinde karar veren mercii olması tabii ki özgürlük kapsamındadır fakat baskı altındaki bedenlerin kendi kararlarını vermekte özgür olduklarını düşünmek de çok doğru olmayacaktır. Örneğin pasif direniş durumunda bireyler bir takım eylemleri yapmayı reddettiğinde bile iktidar zor kullanarak bireyin eylemlerini “normalleştirmeye” çalışacaktır. Film üzerinden düşünürsek politik suçlu olarak hüküm giyenler zaten toplum düzenini bozmaya yönelik hareketleri nedeniyle iktidar tarafından normalleştirilmek için bir total kuruma hapsediliyorlar ve pasif direnişe geçip yıkanmayı reddettiklerinde de gardiyanlar tarafından zorla banyolara götürülüp yıkanmaya, tıraş edilmeye çalışılıyorlar. Yalnızca kişinin bedeniyle ilgili olan bir konu bir anda politik bir meseleye dönüşüyor. Oysa toplum içinde yaşayan bir bireyin yıkanıp yıkanmaması nadir durumlar hariç kendi iradesine bırakılmış bir mevzuudur. Yıkanmaması durumunda başına gelebilecek en kötü şey kendisine pis gözüyle bakılması ve toplum tarafından hoş görülmemesi olabilecekken hapishanede bunu yaptığında politik bir suç işlemiş ve direnişe geçmiş oluyor. İktidar mekanizmasına bedenini kullanarak karşılık veriyor birey çünkü biliyor ki iktidar onun bedeninin dışında değil. Bu nedenle iktidarı dışarıda bırakarak kendi özgürlüğüne kavuşmak istiyor.
Filmde sürekli olarak bir çıplaklık vurgusuyla da karşı karşıya kalıyoruz. Fakat mahkumlar tek tip olarak giyinmektense çıplak kalmayı tercih ediyor ve eylemlerini bu şekilde ortaya koyuyorlar. Modern toplumda çıplaklığın utanç sebebi olduğunu düşünürsek burada utancı aşan bir konu da söz konusu. Agamben, “Utanç, özneleşme ile öznelliğin yok edilişinin, benliğin yitirilmesi ile benliğe sahip oluşun, tebaalık ile egemenliğin bu mutlak birlikteliğinde üretilen şeydir” [4] der. Öyleyse hapishanede öyle bir nokta vardır ki tüm bu birliktelikler yıkılır ve insan birey olma durumundan uzaklaşır ya da tamamen birey olduğunun ayırtına vararak iktidar tahakkümüne karşı gelmeyi başarır. Çünkü iktidar tahakkümü kendini özneleştirme de ve nesnelleştirmede var eder.
iktidarın bireyleri nesnelleştirme çabaları için Foucault,
“Bunlar bireyin konumunu sorgulayan mücadelelerdir: Bir yandan, farklı olma hakkına sahip çıkar ve bireyleri hakikaten birey yapan her şeyi vurgularken, öbür yandan bireyi parçalayan, başkalarıyla bağlarını koparan, cemaat yaşamını bölen, bireyi kendi üzerine kapanmaya zorlayan ve kısıtlayıcı bir biçimde kendi kimliğine bağlayan her şeye saldırırlar. Bu mücadeleler tamamen “birey”den yana ya da “birey”e karşı olmayıp; daha çok, “bireyselleşmenin yönetilmesi”ne karşı yürütülen mücadelelerdir” [5]diyor.
Foucault’un bu düşüncesini filme uyarlarsak, iktidar bireylerin çeşitli hak ve isteklerine sahip çıkıyor, onların çıkarlarını düşünüyor gibi davranıyor fakat öte yandan kendi istediği düzenin bozulması durumunda kişiyi “anormal” olarak damgalayarak total kurumlara normalleştirmek için gönderiyor. Tıpkı Bobby Sand’in milletvekili olarak birçok şeyi isteme hakkı olmasına rağmen bu istekler iktidarın düzenini sarsacak boyuta geldiğinde toplumun dışına sürülmesi gibi. Hapishanelerde iktidar kendini gizlemiyor aksine disipline edici bir mekan olarak varlığını vurguluyor. Cezalandırmanın amacı kefaret ödetmek değil, ıslah etmek “normalleştirmek”, disipline emek. Bobby Sand ve peder arasında geçen uzun diyalogda peder Sand’e “devlet hala seni delirtemedi mi? Diye soruyor. Bu soru basit bir alay etme gibi görünse de tam da Foucault’un total kurumları sorgulama amacına denk düşüyor aslına bakılırsa. Çünkü direnen insanların “basit ama kuvvetli inançları”[6] var ve bu inançlar iktidarınkilerle denk düşmediğinde iktidar direnen bireyleri toplumda istemiyor. Yani “normalleştiremediğini” yok etmek istiyor. Buna karşılık, bireyler kullanabilecekleri tek silah olan bedenlerini iktidara doğrultuyorlar.
Filmde üzerinde durulan bir nokta da politik eylemler sonucunda ölen kişilerin ölümlerinin intihar mı yoksa cinayet mi sayılacağı konusudur.Bobby Sand’in önderliğini yaptığı eylem gibi devrimci eylemler uzun vadeli mücadelelere ve hedeflere sahipler. Ölümü yalnızca göze almakla kalmayıp onu kabulleniyorlar. Kendi ölümlerinden sorumlu olduklarını da bu nedenle kabul etmiyorlar, bunu bir cinayet olarak adlandırıyorlar. Çünkü onlara istedikleri ve inandıkları haklar verilmedi, var olan hakları geri alındı, yurttaşlık haklarından mahrum bırakıldılar ya da özgür bireylerin elde etikleri haklara sahip olamadılar. İktidar onların özgür olduğunu ve kendi “şiddetlerini kendilerine doğrulttuklarını”[7]inatla vurgularken onlar kendi ölümlerinin politik bir cinayet olduğunu göstermek istiyorlar. Terörist olarak sayıldıklarından dolayı zaten toplumdan dışlanmışlıklarını ve çok kötü şartlarda yaşamaya mahkum edilmişliklerini kabullenmeyip hak ve özgürlüklerini istedikleri için aslında ölüme mahkum edildiklerini, özgürlükleri olmadan nefes alıp vermektense ölmeyi tercih edeceklerini apaçık vurgulamak istiyorlar. Amaçlarına ulaşmak için ölümü dahi göze aldıklarını korkusuzca gösteriyorlar.
Filmin sonunda Bobby Sand’in direnişinden vazgeçmediğini ve öldüğünü görüyoruz. En son sahnede ise onun ardından da ölen eylemciler olduğunu fakat sonunda bir barış anlaşması imzalandığını öğreniyoruz. Sonuçta kazanılmış bir şey var gibi görünse de bunu iktidara karşı bireyin bir zaferi olarak kabul etmek aslında mümkün değildir. Çünkü ne yapılan eylemler ne de anlaşmalar iktidar istencinin dışında gerçekleşmemiştir. Kazanılan bir takım haklar olsa bile bunlar ancak iktidarın şartlarında mümkün olmuştur ve ne iktidarın ne onun aygıtlarının ne de mekanizmasının işleyişinin değiştirilmesini ya da yıkılmasını sağlamamıştır. Oysa Foucault toplumdaki değişimlerin ancak iktidar aygıtlarının dönüştürülmesiyle mümkün olacağını söylemiştir, ona göre yapılan ufak reformlar toplumu ileriye taşımak adına yeterli değildir.[8]




[1] Agamben, Tanık ve Arşiv,Dipnot Yayınları, Ankara, 1999, İthaf kısmı
[2] Arendt, Devrim Üzerine, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s:12-13
[3] Foucault, İktidarın Gözü,Ayrıntı Yayınları,İstanbul, 2012, s:55
[4] Agamben,Tanık ve Arşiv,Dipnot Yayınları, Ankara,1999, s:108
[5] Foucault, Özne ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, s:62
[6]Filmin 45. Dakikasından itibaren başlayan diyalogda Sand’in konuşmasında geçen bir cümleye gönderme yapılmıştır.
[7] Margarat Thatcher’ın hapishanedeki eylemler üzerine yaptığı konuşmaların filmde duyulan kısmından
[8] Foucault, İktidarın Gözü,Ayrıntı Yayınları,İstanbul, 2012, s:52

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder