“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu
Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak
yarattı. Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü
doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde
yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her
otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size
yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk
alıp veren bütün hayvanlara– yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.” Ve öyle
oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu
gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu”[1]
İncil’de dünyanın yaratılışı altı günde tasvir edilir, Bela
Tarr ise tüm bu anlatıyı tersine çeviriyor ve altı günde dünyanın sonunu
izletiyor bize. Aslında tam da bu buyruklara uymaktan, insan olmaktan gelen
savaş-egemen ol-tüket anlayışı sebebiyle gelen bir dünyanın sonu. Filmin
başında baba ve kızın atı vardı, su veren kuyuları vardı, ateşi vardı, patatesi
vardı fakat hepsi yavaş yavaş tükenmeye başladı. Yaşamak bu aile için bir
zorunluluktu ve tıpkı İncil’de buyurulduğu gibi kız ata, baba da kızına buyurdu
“Ye! Yemek zorundayız. Yaşamak için.”
Film boyunca üstümüzden gitmeyen ağırlık,
kasvet, kulaklarımızdan gitmeyen fırtınanın sesi “Var olmanın Dayanılmaz
Hafifliği”ni yaşatıyor bize. Var olmanın ne denli önemsiz olduğunu, insanlığın
ya da hayvanlığın hiçliğini ve birliğini hissettiriyor. Nietzsche’nin hayatından
bir kesite atıfta bulunarak başlıyor film ve onun felsefesine en yakın biçimde
ilerliyor.
Bela Tarr bütün
filmlerinde olduğu gibi The Turin Horse’da da güzeli gösterme kaygısı gütmeden
sadece ne oluyorsa onu gösteriyor. Nietzsche’nin hakikat arayışı da buna
benzer, benlikten yola çıkarak hakikate, bütüne ulaşmak ister. Filmin ana
kahramanlarından yola çıkarak hakikate ulaşmaya çalışıyoruz biz de. Fakat
karakter olarak yalnızca insanları saymak yetersiz olur bu durumda, 6 gün
boyunca kendini orada var eden fırtına ve tabii ki at. Nietzsche’nin neden ata
sarılıp ağladığını hiçbir zaman gerçek anlamda bilemeyecek olsak da kendimizi
atın yerine koymayı deniyoruz. İnsan merkezli kurduğumuz yaşamlarımızdan,
felsefemizden biraz olsun uzaklaşıp insan-oluş ve hayvan-oluş arasındaki farkı
yok ediyoruz. Atın yalnızca insanı
simgelediğini düşünmek bu anlamda çok insan merkezli kalacaktır. Oysa
aralarındaki ilişkiler ağında at yalnızca kendi olarak, oluş olarak vardır. At
koşar, durur, yorulur, ağlar, ölür ve bütün bunlar insanı anlatmak için değil,
yaşamı, hakikati anlamak içindir. Fırtınayı karakterlere dahil edebiliyoruz
çünkü cisimsel olanla olmayan arasındaki fark da ortadan kalkıyor ve var oluş
bir bütün haline geliyor.Bela Tarr zihin-beden, doğru-yanlış, insan-hayvan gibi
bütün ikiliklerden vazgeçerek anlatıyor bunları bize. Peki nasıl yapıyor bunu?
Varlıkların ancak ilişkiler içinde var olabildiğini göstererek. Örneğin kuyu
arabacı için çok önemli bir öğeyken ve onu korumaya çalışırken ertesi gün
kuyuda suyun bittiğini fark ediyor ve birden mekanla ilişkisi bitiyor, kuyunun
varlığının bir önemi kalmıyor. Öyleyse at için de insanın yalnızca onunla
ilişki kurduğu sürece varlık kazandığını söylemek belki mümkün olabilir.
Filmde Bela Tarr’ın
kurak bir arazi üzerine kurduğu yaşam yalnızca zorunlulukları ve zorunlu olarak
ihtiyaç duyulan ilişkileri kapsar. Artık bu zorunluluklarla baş etmek güç hale
geldiğinde ise baba buradan ayrılmak ve gitmek ister fakat bir sonraki sahnede
onları yine eve dönerken buluruz. Var oluşlarının zorunluluğundan,
fırtınalarından kaçamamışlardır.yaşam sürekli aşılmak zorunda ve buna dünyanın
sonu dahil. Dünyanın sonu birçok biçimde vardır, ateşin aileyi terk etmesi,
kuyunun su vermemesi, ateşin onları terk etmesi… Bunların hepsi bir biçimde
dünyanın sonuyken gelecek olan bir dünyanın sonundan da haliyle bahsedemeyiz. Filmde
Bernhard karakterinin monoloğuyla da anlayabiliyoruz bunu, yaşam daha güzel
daha, iyi, daha kolay hale gelmeyecek. İnsanın ne kadar yapabileceği şeyler
olsa da belli zorunluluklar karşısında çaresizdir, bunlara uymak zorundadır. Bu
haliyle dünyanın sonunu aşmak bir ileriye gidiş değil de yalnızca var oluş
olarak mümkün olabilmektedir. Çünkü yaşam böyledir, süren bir mücadele ve
sürekli olarak aşılması gereken zorluklar ile var eder kendini. Ve karanlık
çöktüğünde insan için, at için, ev için hatta patates ve fırtına için de aynı
biçimde kararır evren.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder