4 Eylül 2018 Salı

Sinemada Sosyoloji: The Turin Horse




 “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı.  Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.  İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak.  Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk alıp veren bütün hayvanlara– yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.” Ve öyle oldu.  Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu”[1]
İncil’de dünyanın  yaratılışı altı günde tasvir edilir, Bela Tarr ise tüm bu anlatıyı tersine çeviriyor ve altı günde dünyanın sonunu izletiyor bize. Aslında tam da bu buyruklara uymaktan, insan olmaktan gelen savaş-egemen ol-tüket anlayışı sebebiyle gelen bir dünyanın sonu. Filmin başında baba ve kızın atı vardı, su veren kuyuları vardı, ateşi vardı, patatesi vardı fakat hepsi yavaş yavaş tükenmeye başladı. Yaşamak bu aile için bir zorunluluktu ve tıpkı İncil’de buyurulduğu gibi kız ata, baba da kızına buyurdu “Ye! Yemek zorundayız. Yaşamak için.”
 Film boyunca üstümüzden gitmeyen ağırlık, kasvet, kulaklarımızdan gitmeyen fırtınanın sesi “Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni yaşatıyor bize. Var olmanın ne denli önemsiz olduğunu, insanlığın ya da hayvanlığın hiçliğini ve birliğini hissettiriyor. Nietzsche’nin hayatından bir kesite atıfta bulunarak başlıyor film ve onun felsefesine en yakın biçimde ilerliyor.
Bela Tarr bütün filmlerinde olduğu gibi The Turin Horse’da da güzeli gösterme kaygısı gütmeden sadece ne oluyorsa onu gösteriyor. Nietzsche’nin hakikat arayışı da buna benzer, benlikten yola çıkarak hakikate, bütüne ulaşmak ister. Filmin ana kahramanlarından yola çıkarak hakikate ulaşmaya çalışıyoruz biz de. Fakat karakter olarak yalnızca insanları saymak yetersiz olur bu durumda, 6 gün boyunca kendini orada var eden fırtına ve tabii ki at. Nietzsche’nin neden ata sarılıp ağladığını hiçbir zaman gerçek anlamda bilemeyecek olsak da kendimizi atın yerine koymayı deniyoruz. İnsan merkezli kurduğumuz yaşamlarımızdan, felsefemizden biraz olsun uzaklaşıp insan-oluş ve hayvan-oluş arasındaki farkı yok ediyoruz.  Atın yalnızca insanı simgelediğini düşünmek bu anlamda çok insan merkezli kalacaktır. Oysa aralarındaki ilişkiler ağında at yalnızca kendi olarak, oluş olarak vardır. At koşar, durur, yorulur, ağlar, ölür ve bütün bunlar insanı anlatmak için değil, yaşamı, hakikati anlamak içindir. Fırtınayı karakterlere dahil edebiliyoruz çünkü cisimsel olanla olmayan arasındaki fark da ortadan kalkıyor ve var oluş bir bütün haline geliyor.Bela Tarr zihin-beden, doğru-yanlış, insan-hayvan gibi bütün ikiliklerden vazgeçerek anlatıyor bunları bize. Peki nasıl yapıyor bunu? Varlıkların ancak ilişkiler içinde var olabildiğini göstererek. Örneğin kuyu arabacı için çok önemli bir öğeyken ve onu korumaya çalışırken ertesi gün kuyuda suyun bittiğini fark ediyor ve birden mekanla ilişkisi bitiyor, kuyunun varlığının bir önemi kalmıyor. Öyleyse at için de insanın yalnızca onunla ilişki kurduğu sürece varlık kazandığını söylemek belki mümkün olabilir.
Filmde Bela Tarr’ın kurak bir arazi üzerine kurduğu yaşam yalnızca zorunlulukları ve zorunlu olarak ihtiyaç duyulan ilişkileri kapsar. Artık bu zorunluluklarla baş etmek güç hale geldiğinde ise baba buradan ayrılmak ve gitmek ister fakat bir sonraki sahnede onları yine eve dönerken buluruz. Var oluşlarının zorunluluğundan, fırtınalarından kaçamamışlardır.yaşam sürekli aşılmak zorunda ve buna dünyanın sonu dahil. Dünyanın sonu birçok biçimde vardır, ateşin aileyi terk etmesi, kuyunun su vermemesi, ateşin onları terk etmesi… Bunların hepsi bir biçimde dünyanın sonuyken gelecek olan bir dünyanın sonundan da haliyle bahsedemeyiz. Filmde Bernhard karakterinin monoloğuyla da anlayabiliyoruz bunu, yaşam daha güzel daha, iyi, daha kolay hale gelmeyecek. İnsanın ne kadar yapabileceği şeyler olsa da belli zorunluluklar karşısında çaresizdir, bunlara uymak zorundadır. Bu haliyle dünyanın sonunu aşmak bir ileriye gidiş değil de yalnızca var oluş olarak mümkün olabilmektedir. Çünkü yaşam böyledir, süren bir mücadele ve sürekli olarak aşılması gereken zorluklar ile var eder kendini. Ve karanlık çöktüğünde insan için, at için, ev için hatta patates ve fırtına için de aynı biçimde kararır evren.




[1] İncil, Yaratılış1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder